Sezin Üçyıldız

BÜYÜLENMEK ÜZERİNE SÖYLEN(E)MEMİŞ SÖZLER…

Bir an. Sadece bir an. Yürekten yüreğe akan o ‘büyülenme’ hissi. O mu beni buldu, ben mi onu bilmem.

Bulduk işte birbirimizi, bir Mayıs gecesi sahilin kör karanlığında. Bir çılgınlığın cesaretiyle tanışmamız geleceğe aktarılmalık bir hikaye oldu. Neye geldim, niye geldim, bilinmezliğin “büyü”süne geldin. Aşka son diyen, kendine yetene geldin. Sen, gizemi olmadan yanında olana geldin.

…Oydu gelen. Tıpkı ben gibi çılgın, benden alakasız olan zıt kutup. Kelimeleri yetersiz kılan huzuru yaşatan, erişilmezliğin hırsında kavgalarla biten hayal ürünüymüşçesine 3 gün yaşatan adam.

Başa alırsak eğer…

İlişkilere paydos dediğimiz dönemlerimiz vardır hepimizin. Her zamankinden daha çok kendini sevdiğin, kendine yaşadığın dönemler. Bir Nisan çılgınlığında kaçtım Bodrum’a. Her gecemi kendi başıma taçlandırdığım sahil kenarında geçiriyordum. Biraz dalgaların sesi, biraz ay ışığı, birkaç bira, biraz yalnızlığın sohbeti. Bir de Paşa ve arkadaşları. Koca sahilin sahibiymişçesine oturan bu kadını koruyan sahil güvenlik timi. Mayıs’a vardığımızda hazırdım yeni bana.

Ah şu sosyal medya. Kaç deliyi bir araya getirir? Sesimi duydu sadece. Geldi. Gecenin en köründe. Beni dinledi. Ruhumu okudu. Çılgınlığın şoku yüreklerin samimiyetini koydu ortaya. Sanırım bu huzuru tatmayalı yıllar olmuştu.

İnsan düşünür, kimdir, nedir, güvenmeye korkar… Korkmadım. ”Ben gibi”sine rast gelmenin tadını çıkardım ve samimiyetimi teslim ettim. Zaten korkmama engel bir Paşa vardı yanımda, beni ondan koruyup uzak tutan. Güvende, dengede, huzurdaydım. Tekrarı ya bozarsa korkusunda büyülüydü o gece. Ve ben hiç de haksız değildim. Ertesi gün de görüştük. Bu sefer o anlattı ben dinledim. Büyü bozuldu. Bana ait olamayacak kadar engelleri vardı hayatının. Sesleri yükseltme samimiyetini önceki geceden almış olmalıydık. Tuhaf olan hala çok güzeldik. Hala o iki farklı insanın uyuşan büyüsündeydik. Vedaları veda olmayan, çocukça didişen iki deli. Ben gittim. Ama o hala oradaydı, Paşa ve arkadaşlarıyla…

Ankara’ya dönme zamanı yaklaşmıştı. Bir kahvaltı sözümüz vardı gerçekleştirmeye zaman kollayamadığımız ve hiçbir zaman da gerçekleşmeyecek. Sırf bunun için konuşmaya başladık. Tüm günümüzü kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği, sabahlamak vb planlar yapabilmek için didişerek geçirdik. Ve tabii ki yine gece yarısı geldi buraya. Hem de ilk günkü büyü yine üstümüzdeydi. Sabaha kadar öylece denizi seyredebilirdim onunla. Ama farklıydık, an’da kalmayı başaramayacak kadar kavgalara hapsetmiştik birbirimizi duymayı. Sana ait olmayan yanındaki büyüyü izlemeyi tercih ettiğin o dakikaları, o hırçınlaşarak geçirmeyi tercih etmişti. Çirkinleşiyordu. ”Defol” dedi ağzım. Git-me demenin güçlüğünde, galip gelen dilimdi. Gitti. Ağır ağır. Bekledi son şansını. Eve bırakmak istedi. Sadece git derken ben…

Bir kahvaltı bile yapamadık. Yürekler birbirini tanıdı ama, biz hiç bilemedik birbirimizi. Büyüydü. Belki tek gecede kalması gereken bir sohbetlik büyüydü. Arada bir hayatlarımızı tıklatmanın manası yoktu mantık elini gözümüze gözümüze sokarken. Ve 9 ay sonunda merhaba dedim acı gerçeğe. Büyü de mutluluk gibi an’dadır. Çabalar nafile tekrarı olmayan an’lara.

Deli cesaretinde hiç tanımadan ‘evet’ diyebileceğin bir büyünün olmazlarında son buldu bu hikaye de. Artık bitti, bu yazıya hapsolup yitti. Git başımdan Aysel! Ben hiç sana göre değilim. Bir hoşça kal bile diyemiyorum. Ama git sen. Gittiğinde özle beni de olur mu? Özleyecek kadar hayatında olmadım da hiç. Biliyorum. Ama özlenecek soyut bağları vardı an’larımızın. Bir daha hiç gelmeden özle beni.